Tuesday, October 19, 2010
Buenos Aires
Sokakta acayip büyüklükte sosisler ve etler pişiriliyor. Her midenin harcı değiller ama peynirler ve şekerlemeler pek güzel. At üstünde çocuklar, canlı müzik ve geleneksel gaucho kıyafetli dansçılar var. Güzel bir ortamdi.
Şehrin biraz daha merkezlerine doğru gibip San Telmo cıvarlarından bahsedeceğim. Bu semti gezmekten pek hoşlanmıştım. Alışveriş pasajlarına çevrilmiş eski rezidanslar çoğunlukta, acayip sevimli ve lezzetli kafeleri de var yanlış yola sapmazsanız. Aşağıdaki volcada fotoğrafı o pasajlardan birinde çekilmiştir.
Sunday, November 22, 2009
Prochain Arrêt
Yukardaki fotoğrafı çok seviyorum, bu solist amcam Türk'e benziyor (!) ve sokaktaki müzik festivalinde çalıyorlardı. Sevimli kız çocuğumuz ise izleyicilerin girmesinin yasak olduğu sahne dibinde müzik eşliğinde balonuyla zıplıyordu. Superdiler tanımlaması az gelir.
Bir gün Basel'e gittim, Gözde ve sevimli ispanyol kankası ile portakal rengine bürünmüş bir şehirde gezindik. İsviçre normalde sokaklarının temizliğiyle ünlüdür ama futbol sağolsun her yer boş bira kutusu idi. Bunları burada görsel olarak yayınlamak istemiyorum. Onun yerine bileti olmamasına rağmen sırf takımlarını destek için İsviçre'de boş boş gezen Hollanda taraftarlarını anlatıcam. Ben, karşımda oturan İrlandaki kadın ve orasından burasında çiçekler sarkan üç hollandalı sapın tek ortak yönünün Big Lebowski'deki replikleri ezbere bilmemiz olduğunu dehşet içinde öğrendim. Dude, sen neymişsin be?
Basel ve diğer ziyaret ettiğim İsviçre şehirlerinde tren garinin şehrin en göbeğinde olması çok faideli. Hiç bilmediğiniz bir ülkenin hiç bilmediğiniz şehrinde 5 saat gezdikten sonra kimseye sormadan tren garina ezbere yürüyebilmek fazlasıyla ego okşayici. Satır arası yapıp ego hakkındaki bir fikrimi paylaşmak istiyorum. Hepimiz biliyoruz egonun fazlası zarar, adamı narşist ve kibirli yapıyor. Öte yandan egonun azının da zarar olduğunu düşündüğünüz mü hic? Aşırı düşük ego da insani başkalarına bağımlı yapıyor çoğu zaman.
Yukarıda görülen portakal rengi manzara yaz günü nehirde serinlemekten başka çaresi olmayan gürültücü taraftar kitlesinin bir ürünüdür. Kendilerine saygım sonsuz.
Her şey iyiydi güzeldi ama bitiyor. Bitmeden bir gün de bizim için tarihsel önemi olan Lozan kentini ziyaret edip orada Zürich'e döndüm. Lozan'da bana rehberlik eden Sibel hanım'a buradan en içten teşekkürlerimi iletiyorum. Şehirde EPFL öğrencisi olan bir sürü ex-ODTÜ tayfası var, ufak çantalarını çapraz takmalarından da bunu anlamak mümkün. Şehrin nesi meşhur bilmiyorum ama ben zaten tarihi güzellik gezicisi olmadım hiçbir zaman. Yaz günü hava güzeldi ve golde bisiklete binmek pek iç açıcı idi. Aşağıda görülen kuğulara özenmedim desem yalan olur.
Bir meslektaş bilim adamı (muhabbete gel) ile kahve içiyorduk konferans bittikten sonra. Uçağımın sabahın 5'inde olduğunu ve havaalanında tüm gece takılacağımı söyleyince söyle bir süzdü beni. Amerikalı olduğundan garipsemedim kendisini. Gelgelelim o gece de pek rahatsız geçmedi, zira Zürich havaalanındaki yatağım Starbucks koltuğundaki minderlerden bizzat tarafımca özenle yapılmıştı.
Özetle ben bu ülkeyi sevdim, umarım 1-2 sene yaşayacak bir fırsatım olur ilerde. İsviçreli bilimadamı? Havali değil mi?
Saturday, November 21, 2009
Swiss Alem
Uzun lafın kısası ben 2008 yazında İsviçre'ye hepi topu 3 gün süren bir ziyarette bulundum. O kısa süreye jetlag dışında 5 şehir, 2 eski arkadaş ve 1 adet konferans sığdırdım. Bunların çoğunun detaylarını unutmuştum ki fotoğraflar yardımıma koştu.
Pasaportumda yazdığı kadarıyla Zürich-Flughafen'e inmişim, zaten şehir hakkında pek bir fikrim yok onun dışında. Burada tren ile über-sevimli bir şehir olan Neuchâtel 'e yollandim. Nasıl ki İtalyan trenleri TCDD'den sonra cennetten çıkmış gibiyse, İsviçre trenleri de İtalyan eşleniklerinin yanında o derece başarılı.
Konferansın ilk günü şehre indim, kısacası otele gidemeden üniversiteye yollandım. Bir gün önce bizim Çek'leri yendiğimiz Euro 2008 macı vardı. Bu olayın doğrudan sonucu olarak fakültenin dışında söyle bir manzarayla karşılaştim. Dünyanın her yerinde Türk bilim adamları var efendim. Hatta abartalım ve Hürriyet'in arka sayfasındaki İsviçreli bilim adamlarının aslında Türk olduğunu iddia edelim. Hem zaten Dünya Türk Olsun.
Neuchâtel çok güzel bir şehir. Güzel bir gölü ve bu gölü tepeden gören manzaraya sahip bir üniversitesi var. Zaten İsviçre dediğin bir nevi göller yöresi. Fanatik futbol seyircisi bu şehri zaten Galatasaray'ımızın ilk ciddi Avrupa başarılarından birisi dolayısıyla hatırlayacaktir. Daha başka bir detay ise bizim medeni kanunumuzun direk bu kanton'un medeni kanunundan esinlenerek yazılmış olması. O konuda ne kadar ilerleyebildik emin değilim. Genel fikrimiz medeniyetin tek dişli canavar olduğu şeklinde sanki.
Mevsim turistik ve futbolik idi. Sokaklar klasik avrupa, eski taksim (arnavut kaldırımlı) havası diyebiliriz. Ben de ortama uygun olarak formamla geziyordum, bu sayede bir sürü yerli Türk ile ister istemez tanıştık. Bir kısmı akşamki maçı camide beraber izlemeyi teklif etti. Teşekkür edip uzaklastik.
Hırvatistan maçı vardı akşam, bira servis eden bir yerde izledik pek tabi. Maç uzatmalara gidince ancak benim trenin kalmasına 30 dakka kalmıştı. Uzatmaların 20 dakkasını izleyip 10 dakka kala tren garina depar attım. 115.dakikada 0-0 olan maç benim 5 dakkalık deparım sonunda 1-1 olmuştu, neyse ki gardaki barın sahibi Türktü de oturdum penaltıları izledim tren kalkmadan. Gecenin bir saati ne treni derseniz, bölgesel çuf-çuf derim. Zira koca şehirde (!) otel kalmamış, bizi yakınlardaki bir kasabaya, La Chaux-de-Fonds'a havale ettiler. Bence son tren çok erkendi :)
Ertesi sabah sunumum vardı ve benim sunumdan önce çoğunluğu hırvatlardan oluşan başka bir grup sunum yapmış. Tabi odadaki hırvat popülasyonunu görüp maç hakkında takılmadan edemedim, bir tanesi sonra yanıma gelip "bahsetmesen olmazdı değil mi?" dedi. Sevimli bir kızdı, bir şey diyemedim.
Tuesday, September 8, 2009
Milano
Övgüyü ikna edip Lecco'dan bir gün trene atladık. Como golünde yüzecek güya. Tabi hayal ettiğimizden 3-4 gömlek soğuk çıkınca su, anca gol kenarında güneşlenip sigara tüttürebildik. Ancak dönüşte pek dumur bir vaka yaşandı. Biletsiz seyahat eden iki siyahi insanı hakaret ederek rastgele bir durakta trenden atan faşizan bir kondüktör vardı. Trenin kapısını kapatıp hareket çekmeyi de ihmal etmedi, komikti. Daha duyarlı bir İtalyan kendisine (ve tabi aşağıdaki beleşçilere de) topunuz beş para etmezsiniz dedi. Her horoz kendi çöplüğünde öter tarzı bir savunması vardı konduktorun. Yorum yok.
Aşağıdaki foto Milano içinde çekildi, burada da bisikletler yaygın. Ama hepsinden önemlisi beni bir yere götürdü sevgili arkadaşlarım ki kendim dizayn etsem bu kadar olur. Mekanlar İspanyol temelli, zaten menü falan da İspanyolca ağırlıklı. Kentin Naviglie denen muhitinde yan yana bir sürü var bu aperitivo'lardan. Olay basit: bir kokteyl alıyorsun, açık büfe mezeler (ki 30 çeşit falan var) emrine amade oluyor. Tıkın istediğin kadar.
Bir de tarihi güzellikler var her İtalyan kentinde olduğu gibi. Milan katedralı (Duomo di Milano) herhalde en babası. Aşağıda içinde çektiğim bir fotoğraf görülmekte. Din davasını oldum olası anlamamışımdır ama dünyaya bıraktıkları mimarı güzellikleri de göz ardı edemem. Çok güzel katedraller ve camiler var dünyada. Hoş tabi o mimari dehalara başka bir şey yaptırılsa (diyelim X) belki çok güzel X'ler olurdu şimdiye.
Gelelim şehirdeki Türklere. Bol bol uzatılmış öğrencilik yapan insan var. Çoğu beraberce tarihi kolonların altına gidip akşamüstleri bira içiyor, la dolce vita anlayacağınız. Nedense kovsan gitmeyecek bir halleri var, hak vermedim değil ama neden İtalya; bunu Türkiye'de de yapabilirsiniz demekten alamadım kendimi. Belki de ülkeye dönülse artık aileden gelebilecek "hadi güzelim/oğlum artık iş bul, evlen, vs" muhabbetlerini duymamak içindir. Neyse uzaktan iki gözlemleyip konuşmak kolay, vardır geçerli sebepleri.
Friday, August 7, 2009
Italya 2009, Roma #3
Biz gezintimize devam edelim. Roma'nın tepelerinden birisi (kendisi de orjinalinde 7 tepeymiş bu arada) özellikle güzel manzaralı: Fonte Acqua Paola . Murat Belge olmadığımdan (ve asla olamayacağımdan) size tarihinden bahsedemeyeceğim, onu linkten okursunuz. Şu anki tarihi zaten fotoğraf çeken turistlerden ibaret; kulak kabartırsanız Türkçe de duyarsınız o cümbüşte. Şehrin güneybatısından yürüyerek rahatça ulaşılabilecek bir bölge. Zaten tavsiyem her yere yürümeye çalışmanız. Kuzey şehirleri mekanlara girerek, Akdeniz şehirleri ise yürüyerek tanınır. Tepede koca İspanyol büyükelçiliği ve arkasında da bir kilise var. Kilise'de insanlar evleniyordu biz bakarken.
Gelelim belki de şehrin en önemli anıtlarından biri olan Colosseo'ya. Yarışı yıkılmış bu bina gladyatörlerin savaştığı mekan oluyor. Bu yarısının yıkılması davasında İtalyan gezi rehberlerinde (kağıttan yapılan rehberden bahsediyorum, etten kemikten değil) çok komik bir taktik gördüm. İki sayfa var böle biri diğerinin üzerine oturuyor ve üstteki tam bir sayfa değil, böyle delikli bir halde. Alttaki sayfa anıtın şu anki hali (çoğu zaman 2-3 kolondan ibaret), üstteki gelen sayfa ise binayı eski haline tamamlıyor. Yerseniz tabi, kim görmüş ki 2000 küsur yıl önce öyle olduğuna da inanıyorsun.
Colosseo da gece çok güzeldi. Etraf gene fotoğraf çeken turist doluydu ama bence en güzeli o turistleri de içeren fotolar oluyor. En azından ben öyle çekmeye çalışıyorum çünkü ortamın gerçek, şu anki yaşayan hali öyle. Sağda solda Şampiyonlar Ligi amblemli devasa toplar ve o sırada kapanmakta olan bir Şampiyonlar Ligi pazarı vardı.
Monday, June 22, 2009
Italya 2009, Roma #2
Roma gezimin 27 Mayıs gibi bir tarihi içermesi bu bakımdan bir şans oldu benim için. Şehir Barcelona ve Manchester United taraftarlarınca adeta işgal altındaydı. İngilizleri İstanbul halkı da bilir ama ben size diyim ki ingilizler çok azınlıktaydı, sinmişlerdi; siz anlayın Barcelona taraftarlarının halini. Fontana di Trevi'de yüzenler, metroda hiç durmadan şarkı söyleyenler (bizim eski açık sarı desene misali), katalonya üzerinden siyasi takılanlar, kısacası çok renkli amcalar kendileri. Zaten aşağıda görüldüğü gibi yalakalık yapmadan duramadım.
Futbol bir yana, İtalya'dan ne anladın dersen, herhalde 3 şey sayarım: Pizza, ekspresso ve polis sireni. "İtalya'daki pizzaları sevmessin" lafına kanmamanızı tavsiye ederim; zira o kadar çok değişik kalitede-çeşitte-türde pizza var ki koca bir zümre hakkında bok atmanın dayanılmaz hafifliği haricinde bir motivasyonu olduğunu sanmıyorum bu tür ithamların. Pizza ne kadar minimalse o kadar hoşuma gitti, favorim peynir-domates-mantar üçlüsüne kekik koymaktan ibaret. Tabi günün her saati içilen ve adeta tek shotta giden bir expresso gerçeği var ki benim gibi kahve tiryakisiyseniz eminim yılanı (hastası) olacaksınız. Grizu diye bir grubun "Bira ve Kahve" diye bir şarkısı vardı yıllar önce, hiç hak verememiştim kendilerine. Ama artık kahve sulu değilse çok güzel bir ikili olduklarını keşfetmiş bulunuyorum. 1 Birra Moretti ve 1 expresso klasik mola menüm olmuştu tatil boyunca.
Son olarak ise sirenlerden bahsetmek istiyorum. Allahım nasıl tanıdık bir ses, bizim siren gibi değil, Amerikan sireni gibi de değil, ama gene çok tanıdık. Ve her yerde... Nerden biliyorum ben bunu diye baya kafayı taktıydım ilk başta. Sonra bir Morrissey çaldı telefonumda; size de armağan olsun bu durumda:
There is no such thing in life as normal !
Sunday, June 14, 2009
Italya 2009, Roma #1
Koskoca İtalya tabi, 13 günde bitiremiyorsun ama elimizden geleni yaptık. Yukarda gördüğünüz foto yamulmuyorsam Roma'daki Vittorio Emanuele II köprüsü üzerinde çekildi. Roma süper bir şehir zaten, bana çok yaşanırmış gibi geldi. Kendi açımdan sorunu bir teknoloji/bilim merkezi olmaktan fersah fersah uzak olması. O bakımdan İzmir'e benzetiyorum kendisini.
Öte yandan konu yeşil alana gelince ne İzmir ne İstanbul Roma ile yarışabilir. Zaten haritayı elinize alınca da farkedeceksiniz bu yeşilliği. Şehir merkezi daha tarihi ama çevre ilçeler (mesela biz Aurelio diye bir kısımda kalıyorduk, bana Bornova'yi anımsattı) park dolu. Olesine dolu ki Kaliforniya'dakinin 10 katı şiddetinde alerjilere mahkum kaldım Roma'da gezinirken. Neyse ki Zyrtec dünyanın her yanında var.
Sonra bir de Blue Ice diye bir dondurmacı var az yukardaki fotoda gördüğünüz %80'i yenmiş dondurmayı üreten. İlk başta isminin ingilizce olmasından çekinmiştim turist işidir diye ama 10 numara imiş kendileri. Kendilerinden yediğim kavunlu dondurmanın üzerine tanımıyorum desem ayıp etmiş olmam kimseye. Piazza Navona 'nin hemen yanında bir şubeleri olmalı.